Erdemli ve anlamlı bir yaşama sahip olma ve iyi işlevde bulunma haline pozitif psikoloji lüteratüründe “iyi oluş” diyoruz. İyi oluşa sahip olduğunu hisseden bireyler, genellikle yaşamlarında bir amaç ve anlam duygusu tanımlar; yaşamlarını inişleri ve çıkışları ile birlikte kabul eder ve bu dalgalanmalarla başa çıkabilmeleri için gerekli kaynaklara sahip olduklarından yılmazlık gösterirler.
İşsizliğin psiko-sosyal boyutu konusunda önemli çalışmaları olan Avusturya kökenli İngiliz sosyal psikolog Marie Jahoda’ya göre iyi oluş, “zihinsel sağlık” olarak tanımlanırken, Avustralyalı psikiyatr ve logoterapinin kurucusu Viktor Frankl’e göre “anlam arayışı,” Amerikalı psikolog Abraham Maslow’a göre “kendini gerçekleştirme,” humanist psikolojinin öncülerinden Carl Rogers’a göre ise “potansiyelini tam olarak kullanan kişi” olarak tanımlanır.
Dünya Sağlık Örgütü iyi oluşu her bireyin içindeki potansiyeli ortaya koyduğu, yaşamın günlük stresleriyle başa çıkabileceği, üretken ve verimli bir şekilde çalışabildiği ve yaşadığı topluma katkıda bulunabildiği durum olarak tanımlar.
Geçmişten bu güne kadar olan yaklaşımları incelediğimizde, iyi oluş haline sahip olmak için insanın sadece duygusal açıdan iyi olması hali değil aynı zamanda yaşamı coşkuyla kucaklayabilmesi ve zorlukların üstesinden gelirken gelişme odaklı tutum sergileyebilme becerisinin olması gerekliliğin, de anlıyoruz. İyi oluş, bir toplumun kültürü ve değerleriyle yakından ilişkili olduğundan, ölçümü de her ülkenin kendi kültürel bağlamı ve değerleri çerçevesinde değerlendirilir.
Anlam ve Anlamsızlık
21. yüzyılın modern toplumunda anlamsızlık duygusu öyle sıkça yaşanmaya başlandı ki iyi oluşumuzu da etkiler oldu. Öyle ki, insanlık tarihi boyunca anlam arayışı belki de hiçbir dönem bugün olduğu kadar önem taşımamıştır.
Anlamlı bir yaşam sürdüğüne inanan insanlar genel olarak daha mutlular, yaşam kaliteleri daha yüksek, fiziksel olarak daha sağlıklı, daha fazla seviliyor, daha az ruhsal bunalım yaşıyor ve yaşamlarından daha memnunlar. Öyleyse, hayatımızın bir anlamının olduğunu hissetmek insana iyi geliyor.
O halde, neden sürekli bir varoluşsal boşluk içerisinde gidip geliyoruz? Neden hayatımızın anlamını kaybettiğimizi düşünüp, anlam bulma telaşına giriyoruz?
Bu yüzyılda belki de yukarıda sorduğum bu sorunun en kritik cevaplarından biri “iyi yaşayamamış olma duygusunun verdiği suçluluk, üzüntü ve acı” olacaktır.
Kabul edelim, anlam bulma çabasının kendisi dahi ürkütücü nitelikte! “Hayatın anlamı var mı ki?” diye konuya daha karamsar bir noktadan başlayabilir ve daha da derin bir kuyunun içine kendimizi çekebiliriz. Hayatın bir anlamı var mıdır bilinmez. Nice düşünür yüzyıllar boyunca bu soruyu sormuş durmuş. Kimine göre hayatın bir anlamı yokken, kimine göreyse hayat tutunduklarımızdan bir anlam yaratmaya çabaladığımız yer.
Biz, bireysel olarak yaşadığımız boşluktan ve anlamsızlıktan kendimize daha iyi ve belki de daha doğru bir soru yönelterek çıkabiliriz. O soru şudur:
“Benim hayatımın anlamı nedir?
Evrenin bir anlamı olmayabilir ama kendi hayatımıza bir anlam yükleyebiliriz. Eğer anlamı yitirdiğimizde anksiyete, depresyon, yaşama karşı isteksizlik, umutsuzluk veya kontrolsüz davranışlara yöneliyorsak, ruh sağlığımızın bozulduğunu ve iyi işlevde bulunamadığımızı söyleyebiliriz. Bu durum iyi oluşumuzu olumsuz etkiler.
Varoluşcu psikoterapistler danışanlarının anlam arayışlarına yardımcı olması için tek bir soru yöneltirler:
“Neden yaşamınıza son vermiyorsunuz?
Ben de bu soruyu kendinize sormanızı öneririm. Cevaplarınız size aynı zamanda öncelikli değerinizin de hangisi olduğunu anlamanızı sağlayacaktır. Bu soruyu daha olumlu bir cümle kalıbı olarak sormak isterseniz “ Yaşamınızı sürdürme nedeniniz nedir? sorusuyla değiştirebilirsiniz.) Ve unutmayın, insan sürekli bir değişim içindedir ve bu bağlamda toplumlar değiştikçe, değerler farklılaştıkça, yaşam evremiz değiştikçe, inançlar yer değiştirdikçe hayatımızın anlamı da değişkenlik gösterebilir.
Pozitif psikoloji derslerimde ben de bu soruyu nispeten depresif bulan katılımcılara ek olarak başka bir soru yöneltmeyi tercih ediyorum. Bu sorum, University of Missouri psikologlarından Laura King’in anlam bulma üzerine yaptığı çalışmalara dayanıyor.
King’e göre, anlam bulmak hiç de öyle sanıldığı gibi atla deve değil ve hayat amaçlarımızı ya da değerlerimizi bulmak gibi yapılandırılmış uzun uzadıya çalışmalar gerektirmiyor. Çünkü zaten anlam bir nevi oksijen gibidir. Yaşıyorsan, hayatının anlamı mutlaka vardır. Nasıl oksijen aldığınız sürece yaşar ama “oksijenim azaldı mı acaba” diye her gün düşünmezsiniz, anlam da işte öyle bir şeydir.
Anlam üzerine derinlemesine kafa yormak, hayatınızı daha anlamlı hale getirmiyor. Yüksek sayıda araştırma bunu gösteriyor. Tıpkı mutluluk üzerine sürekli düşünmenizin, daha fazla mutlu olmanızı sağlamadığı gibi. King’in araştırmaları, anlam arayışına takılmanın, sürekli anlam üzerine derin ve detaylı düşünmenin insanın anlamlı bir yaşam sürmesine negatif bir etkisi olduğunu da gösteriyor. Öyleyse, oksijeninizin azaldığını hissediyorsanız ve yaşamınızın anlamını sorgulama döngüsüne girdiyseniz durun, sakin bir ortama gelin, etrafınıza şöyle bir bakın ve düşünün:
“Yaşamınıza hangi anlar, hangi durumlar yön veriyor?”
Hayatınızın anlamını kaybettiğinizi “sandığınız” zamanlarda, yaşama tutunacak bir sebep kalmıyor gibi geliyorsa, anlamlı bir yaşamı sağlayan en temel kaynakların ne olduğunu bize yine Laura King’in araştırmaları veriyor. Bu araştırmalara göre yaşamımızı anlamlı kılan 3 ana temel kaynak var:
- Olumlu duygular: Kendinizi iyi hissettiğiniz ortamlara koyun ve yaşamınızın yeniden anlamlı olduğunu düşünmeye başlayacaksınız. Bitter kahveli bir çikolata yemek, sevdiğiniz bir filmi yeniden seyretmek, annenizin size yolladığı komik videoyu seyretmek, yüzmek, yürümek, en sevdiğiniz yemeği pişirmek gibi.
Olumlu duygularla, anlamlı bir yaşam arasında bir nedensellik ilişkisi var. Yani anlamı olan bir yaşamınız olduğunu düşündüğünüzde olumlu duygularınız yükseliyor. Olumlu duygular yaşayacağınız ortamlara kendinizi soktuğunuzda, yaşamınızın anlamı olduğunu düşünüyorsunuz.
- Sosyal İlişkiler: Çok temel insani ihtiyaç olan sosyal ilişkiler. Yaşamınızın anlamsız olduğunu hissediyorsanız, çok sevdiğiniz, sizi güldüren ya da her koşulda yanınızda olan bir arkadaşınızı arayın ve onunla konuşun. Herşeyin anlamsız geldiğini düşündüğünüz bir gününüzde olduğunuzu söyleyin ve sohbet sizi nereye götürürse, gidin. Bunu birkaç gün boyunca yapın. Farklı arkadaşlarınızla buluşun, konuşun… zoom’layın! Unutmayın, burada önemli olan canınızın konuşmak isteyip istememesi değil, önemli olan yaşamınızın anlamsız olduğu hissine kapılmanızın ne derece anlamsız olabileceğini kendinize göstermek. Bu yüzden, bazen canımız istemese de bize iyi gelen şeyleri yapmamız gerekir. Hastalandığımızda doktora gitmemiz gerektiği ve vitaminlerimizi almamız gerektiği gibi.
- Doğadan ilham: Anlamı kaybettiğimizi düşündüğümüzde, doğaya olan hayranlığımızı unuturuz. İnsanı huşu içinde bırakan binbir çeşit rengi görmeyi bırakırız, kuşların cıvıltısı kaybolmuştur, çiçeğin kokusu kalmamıştır, ağaçların yüksekliği büyülü gelmez, denizin dalgası veya sukuneti kıymetsizdir. Doğayı görmek, koklamak, hissetmek, dokunmak, insana yaşamının zaten anlamı olduğunu yeniden hatırlatır.
Kısacası, Amerikalı filozof ve psikolog James Gibson’ın da dediği gibi anlam dediğiniz şey hayatla olan bağlantılardan ibarettir ve bu bağlantıları bizler hiçbir efor sarfetmeden otomatik olarak algılarız.
Yaşam Kalitemizi Odağa Alan Bir İletişim Yönetimi Neden Kritik Önem Taşıyor?
Dünyanın önde gelen varoluşcu psikoterapistlerinden Irvin Yalom’a göre anlam, anlamlı aktivitelerden doğar. Günümüzün sosyal psikologlarından King’in de dediği gibi anlam, çevremizdeki dünyayla ilişkilerimiz aracılığıyla oluşuyor. Hayatımıza anlam veren eylemleri işte bu bilinçli aktiviteler oluşturuyor.
Pozitif psikoloji akımının öncülerinden ve University of California, Riverside profesörlerinden Sonja Lyubomirsky, mutluluğun ağırlıklı olarak biyolojik (%50’si genetik) olduğundan bahseder. Ancak yaklaşık %40’lık bir kısmının amaçlı etkinliklerden ve %10 oranında bir kısmının da yaşam standartlarını belirleyen koşullarla ilgili olduğuna dikkat çeker. İşte bu amaçlı etkinlikler bizim olumlu duygularımızın artmasını sağlayan, sosyal bağlarımızı kuvvetlendiren ve bizi doğanın sunduğu güzellikleri hayranlıkla içimize çekmemizi sağlayan faktörleri de içinde barındırır. Bu amaçlı etkinlikler, yaşamımıza anlam yüklemeye de yardımcı olur.
Ancak işletmeler açısından baktığımızda anlam yaratan şirket olma çabasına girmek belki biraz beyhude biraz da hayalperest bir çaba olacaktır. Üstelik, şirketlerin çalışanlarını ya da müşterilerini anlam yaratma çabasına sürüklemesi, sürekli hayatlarının anlamını düşünmeye sevk etmesi, King’in araştırmalarının da ortaya koyduğu gibi insanı daha da içinden çıkılmaz bir anlam boşluğuna sürükleyebilecektir. Anlamın akışkan olduğunu da dikkate alırsak, anlamlı markalar iddiası, uçucu bir söylem olacaktır.
Yönetimde Yaşam Kalitesi Modeli
Yaşam Kalitesini odağa alan bir yaklaşım her zaman çok daha başarılı olma potansiyelini taşır. Önümüzdeki günlerde tüm yönetim, iletişim, pazarlama, sosyal sorumluluk, yapay zeka, eğitim ve benzeri sistemlerin artan oranda yaşam kalitesi modeli üzerinde şekilleneceği gün gibi aşikardır.
Kurumlara olan güvenin ve bağın güçlenmesi, marka sadakatinin artması, işletmelerin kurumsal markalarını yönetirken “çalışanların, müşterilerin ve toplumun yaşam kalitesini ne derece arttırdıklarıyla” doğru orantılı olacaktır. Bunu içinden geçtiğimiz dönemde farketmemiş olan bir yönetici, dönemi ve geleceği okumakta kötü bir sınav veriyor demektir.
Yaşam kalitesi insanların ideallerindeki yaşam ile yaşam koşulları arasındaki farkın küçük olması ve yaşamımızı bir bütün olarak olumlu değerlendirmemizi ifade eder. Bu bağlamda yaşam kalitesi hem objektif hem de subjektif değerlendirmelerin bir bütünüdür. Başka bir değişle, yaşam kalitesi yüksek bir yaşam mutlu bir yaşamdır.
Pozitif psikoloji biliminin iyi bir yaşam için önerdiği %40’lik amaçlı aktiviteler ve %10’luk yaşam standardı alanları ancak ve ancak yaşam kalitesi modeli ile entegre edildiği zaman işletmeler güven duyulan sosyal şirketlere evrilebilirler. Yaşam kalitesi modeli, iletişim ve marka yönetiminde yedi temel alan üzerine inşa edilir ve 2013 yılından bu yana bu alanda şirketlere hizmet veren öncü şirket IPPA Communications’dır.
Dünya Mutluluk Raporu 2021
2021 yılının Mart ayında yayınlanan Dünya Mutluluk Raporunda, Türkiye 149 ülke arasında 11 sıra gerileyerek, Dünya Mutluluk sıralamasında 104. sırada yer aldı. İlk onda yer alan ülkeler; Finlandiya, Danimarka, İsviçre, İzlanda, Hollanda, Norveç, İsveç, Lüksemburg, Yeni Zelanda ve Avusturya oldu.
Kuşkusuz, bu ülkelerin mutluluğunu sağlayan faktörler insanların yaşamlarında salt bir amaç ve anlam duygusu tanımlamış olmalarından ya da kesintisiz bir neşe halinde olmalarından kaynaklanmıyor. Uzun yıllara dayalı çok çeşitli ve güvenilirliği test edilmiş araştırmalar bizlere gösteriyor ki, mutluluğu sağlayan en temel faktör yaşam kalitesinin yedi temel dinamikleri üzerine inşa edilmiş çalışmaların sonucudur. Psikolojik iyi oluş, iyi oluşumuz için mutlaka gerekli ama asla yeterli bir faktör olmamaktadır. Yaşam standartları her ne kadar iyi oluşumuzu %10 seviyesinde etkiliyor olsa da, 2020 yılında University of Pennsylvania profesörlerinden Matthew Killingsworthtarafından yapılan bir araştırma, paranın mutluluk getirmediğine dair bulguları da çürüttü. Durum böyle olunca, artık belli bir seviyenin üzerinde para kazanmanın mutluluğa bir katkısı olmadığını savunmak mümkün olmayacak. Bu araştırma dönemin değerlerindeki değişkenlik ve şeffaflık toplumunun yansıttığı gerçeklik ile de yakından ilişkilidir.
Bir insan iyi bir yaşam sürdüm diyebilmek için ömrünü neye vermeli diye soracak olursanız, “Ustaca Yaşama Becerisi” kazanmaya vermeli derim. Ustaca yaşama becerisi, kaliteli bir yaşam sürmenin bileşenlerini anlayarak ve uygulayarak insanın hem kendisinin hem de içinde bulunduğu toplumun yaşamdan aldığı doyumu artırma çabasından başka bir şey değildir.
Photo by Helena Lopes on Unsplash